YARIN ÇOK GEÇ OLABİLİR
İnsanlar hayalleriyle büyür, hayallerinin gerçekliliği ile yaşamına yön verir. Hayal olmasaydı insanlığın hangi gelişmesi olabilirdi ki? İnsan düşüncesinin, hayalinin sınırı yoktur. En olmaz denilen buluşun arkasında mutlaka bir uçuk hayal vardır. Zaten dünyada insanlığın her türlü olgusu engellense bile hayallerin önüne set vurulamaz. İnsanların düşünsel varsıllığı ne kadar fazlaysa elde edilen gelişmişlik de o kadar farklılık gösterir. Zaten insan düş kurabildiği sürece varsıldır. Umutludur, mutludur. Düşünsenize hayallerin olmadığı bir dünyayı, ne çekilmez olurdu. Dil derneğinin hazırladığı Türkçe Sözlük’te hayal, düş maddesi şöyle tanımlanmakta;“Zihinde tasarlanan, canlandırılan ve gerçekleşmesi özlenen şey.” Siz tasarlayın, düşünün sonra da gerçekleşmesi için eyleme geçin ama hiçbir zaman engellemeyin. Çünkü hayalsiz bir dünya karanlık bir geleceği göstermektedir. Hayallerinizi ertelemeyin.
FARKLI BAK FARKLI GÖR
Evet Türkçemizde güzel bir söz vardır. “Bakmakla görmek...” diye. Elbette gözleri gören her canlı baktığı yerde bir şeyler mutlaka görür. Ama önemli olan baktığı yerdeki ayrıntıyı görmektir. Konsantrasyon yoğunlaşma ile baktığımız objedeki her türlü olguyu görebiliriz. Çünkü görmek başlı başına bir ayrıcalıktır. Zaten insanları diğerlerinden ayıran olgu baktığı objenin görünmesi gereken özelliklerini görmesidir. Şurası da bir gerçek ki insan neyi görmek isterse onu görür. Bunu sakın unutmayın.
Yani yüreğimizle ne görmek istersek gözümüz beynimize onun sinyallerini gönderir. Ben bunun için yüreğimle hep güzeli, olumluyu, umutluyu, sağlıklıyı, sevgiyi, saygıyı görmek isterim. Böyle olduğu için de gözlerim hep onları görür. Değer mi şu kısacık ömürde olumsuzu, kötüyü, sağlıksızı, umutsuzu, kirliyi görmeye? Bu kesinlikle bir kendini aldatma değildir. Sadece bir bakış açısıdır. Yeter ki siz bakmayı bilin. Görmek arkasından gelecektir. İşte o zaman neyi görmek istersek onu görürüz.
KİRPİ GİBİ BİR ADAM SEVDİM
Kirpi gibi adamlara ve kirpi gibi adamları seven keklik kadınlara,
Nabzımın boşluklarından damarlarıma düşen bir adam tanıdım.
Bazı adamların mayasında bazı kadınları severek öldürmek vardır.
Bazı adamlar silah değil, sevgisini kullanır.
Bazı adamlar o kadar yalnızdır ki, sizin varlığınız,
yıllar boyunca sarılıp annesi bildiği yalnızlığına oluşturulmuş
bir ölüm tehdididir ve sırf bu yüzden sizden kaçarak
yalnızlıklarını korumaya çalışırlar.
Bazı adamların sırtında bir beşik vardır, çocuk yanımızı orada uyuturuz.
Bazı adamların sırtı bir mezardır, ölüm döşeğidir, orada ölü bulunuruz.
Bazı adamlar kirpi gibidir, sırtına yatmanızı ister ama bilmez,
sırtında ne kadar diken varsa hepsi içimizi delip geçer.
Bazı adamlar vardır işte.
Buz gibi bir okyanusun içine daldığınızı sanırsınız,
gözlerinizi bir açarsınız ateşlerin içindesinizdir.
Bazı adamlar vardır, sizi şeytanın meleği sevdiği kadar sever
ama eline geçirdi mi de yakmadan bırakmaz.
Çünkü şeytanın kalbi ateştir, melek gözünü o kalbe dikerse yanmayı göze almış demektir.
BERDEL 2
Sonunu görmediği yolu yürümekten hep korkan bir adamdı
Rezan Şahmaran. Hayal kırıklıklarına uğramaktan hoşlanmayan, insanlara çok sevmediği müddetçe bağlanmayan, sevgisini heba etmeyen bir adamdı.
Zorlu yolların sonunda hayatına bir kadın girdi.
Önünü arkasını düşünmeyi, olanların sonucunu
ölçüp biçmeyi unutturdu ve korkusuzca sona gidebileceğini öğretti o kadın.
Hesapsız kitapsız yürümenin güzel tarafını
bu kadın sayesinde öğrendi. İstemediği, sevmediğini defalarca kez yüzüne vurduğu
kadını bir felaketin sonunda kaybetti.
Kaybetmekten korkan bir âşık olacağı aklının ucundan geçmezdi. Nitekim Rezan Şahmaran’ın kalbi sevdanın yakıcı ateşine yandı. Yandı ve kaybetmekten ölesiye korktu.
Bir zamanlar sevmediği kadına, korkusunu pervasızca haykırdı:
Allah der ki; kimi benden çok seversen onu senden alırım.
Ve ekler: Onsuz yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım.
Yemin ederim seni benden önce alacak diye
çok sevmekten korkuyorum!
BİR KALP YALNIZLIĞI
Artık özlemiyorum seni.
Olur olmadık zamanlarda aklıma gelmiyorsun mesela.
Gecenin en karanlık saatlerinde, kışın soğuğuna inat
beni terk ettiğin yere gidip hıçkıra hıçkıra ağlamıyorum.
Adının geçtiği cümlelerde duraksamıyorum,
seninle aynı adı taşıyan kişilere karşı ön yargılı bakmıyorum artık.
Hatırlıyor musun? Herhangi bir yazıda senin adın geçince
üstüne kalp çizerdim; artık kalp dahi çizmiyorum.
Merak etme, karalamıyorum da adının geçtiği yerleri.
Çünkü bazı şeyler artık karalamaya bile değmiyor.
Ben bugün biraz yorgunum, biraz hüzünlü, biraz da hissiz.
Şehrimin en ücra köşelerinde başıboş dolanıyorum, kimsesiz.
Yalnızlık acıtmıyor artık beni.
Çünkü sensizliğe alıştığım gibi, yalnızlığa da alıştım.
Alışmak zorundaydım.
Hüzünlü kaldırımlar, akşamüzeri boş sokaklar,
sebepsiz yere terk eden insanlar, gidişine diye kaldırılan kadehler,
hepsi bi’ anlamsız geliyor artık.
Tıpkı senin gidişin gibi.
ASİ ÇAKILTAŞI SET
Şafak tüm ışıklarını yaktı.
Güneş, akşamüstü intihar etti.
İçimde büyüttüğüm kız çocuğunun elini tutup
benden uzaklaşmaya başladığında,
uzun boyu kadar derin bir kuyunun önünde durmuş,
kuyunun dibinde ölmüş güneşin sönmüş cesedini izliyordum.
Beklediği kişi gelmediğinden ölemeyen o insandım;
ölüm döşeği yaşadıklarımdı.
Suya düşen yansımama bakıyordum.
Boğuluyordum, ölmek nedir bilmiyordum.
Yanıyordum, sönmek nedir bilmiyordum.
Diniyordum, bitmek nedir bilmiyordum.
Ne kadar kesilmem gerekiyorsa tam sırasıydı, kesileyim diyordum
ve bir makas usulca kesmeye başlıyordu zamanı.
Zamanın damarındaydım.
Zaman ile birlikte kesiliyordum.
Zaman ile birlikte kanıyordum.
Elini tuttuğu küçüklüğümle dönüp o siyah gözleriyle bana baktı.
Ve acıların bile kurutamadığı damarlarımı,
o kasım gecesi ekmek bezine sarılan bebeğin
siyah gözlerinde gördüklerim kurutmaya başladı.
Görüyordum.
Neyt benim kalbimi taşıyan damardı,
Nabzımdan canıma fısıldıyordu.
“Damar yolumsun.”
DOSTOYEVSKİ 4 KİTAP TAKIM
Dünyaca ünlü yazar Fyodor Dostoyevski’nin en sevilen klasik romanlarından İnsancıklar, Beyaz Geceler, Yeraltından Notlar ve Kumarbaz’ı sizler için bir araya getirdik.
İnsancıklar - Fyodor Dostoyevski
“İnsanın öz saygısı, gururu, güveni silinince, ahlaklılığın da dibi göründü demektir.”
Yoksulluk her dönemin en belirgin sorunlarından biri olmuştur. Geçim telaşı, iş bulma sıkıntıları, aşk, acıma ve fedakârlık hisleri arasında sıkışıp kalır Makar Devuşkin. Bir yandan kendine yetmeye çalışırken bir yandan da uzaktan akrabası olan ve derin hisler beslediği Varvara Dobroselova’nın sıkıntılarına çare olmaya çalışır.
1846 yılında edebiyat dünyasını Fyodor Mihayloviç Dostoyevski ile tanıştıran İnsancıklar, dönemin St. Petersburg’unu ve sıradan insanların hayatta kalma çabalarını çarpıcı bir şekilde göz önüne seriyor.
Beyaz Geceler - Fyodor Dostoyevski
“Sevmek, güzel birine âşık olmak değil, o kişide bilmediğin bir zamanın, beklenmedik bir anında kendini bulmaktır.”
Genç bir adam, parlak ay ışıklarının aydınlattığı bir St. Petersburg gecesi ve yalnız bir kadın… Beklenti, fedakârlık, acı, keder ve hayal kırıklığının aşkın içinde kendine nasıl yer bulduğunu anlatan Beyaz Geceler, bu anlamda diğer Dostoyevski eserleri arasında farkını ortaya koyuyor.
Kahramanın, genç ve güzel Nastenka’yla tanışması, ona âşık olması ve onun başka birini bekliyor olduğunu öğrenmesiyle birlikte yaşadıkları kararsızlık, belirsizlik ve bekleyiş içindeki bu üç karakterin yaşadığı dört beyaz gece, aynı zamanda bir film senaryosudur.
Yeraltından Notlar – Fyodor Dostoyevski
“Kötü biri olmayı hiç beceremedim, bırakın bunu, herhangi biri olmayı da beceremedim. Ne aksi bir adamım ne de uysal biriyim! Ne alçak ne de namuslu. Ne onurlu biri ne de bir kahraman. Şimdi hiçbir şey yapmadan köşemde pinekliyorum,” diyen bir adamın hikâyesi Yeraltından Notlar.
Yaklaşık yirmi yıldır hasta hisseden ama tedavi olmayacak kadar inatçı, içine düştüğü bunalımdan kurtulmamak için direnen, kendi kabuğundan çıkmayı kabul etmeyen ve hatta ideal yaşam süresinin kırk yıl olduğuna inanan, isimsiz bir adamın karanlık iç dünyasına doğru yolculuğa çıkarıyor sizi Dostoyevski. Hatta Yeraltından Notlar, pek çok çevre tarafından da varoluşçuluk akımının başlangıcı olarak kabul edilir.
“Bizim gibi basit ve ölümlü insanlar en nihayetinde kaybediyordu.”
Kumarbaz - Fyodor Dostoyevski
“Şu sırada neyim ben? Koskoca bir sıfır. Yarın ne olabilirim? Hiç. Yarın ölür, yeniden dirilerek yeni bir hayata başlayabilirim!.. İçimdeki insanı iyice mahvolmadan kurtaracağım.”
Kumar bir riskti ve Aleksey İvanoviç bu riski almaya hazırdı. İyi de bir gözlemciydi hem. Ortadaki 12 kazandıktan sonra sondaki 12’nin kazandığını keşfetmişti. Sondaki 12 numaradan sonra ise sıra ortadaki 12’ye geliyordu. Yaklaşık iki saat süren bu döngüde kazanabildiği kadarını kazanmak istiyordu. Ancak yine de söz konusu olan kumardı. Kaybetmek her zaman ihtimaldi!
Dostoyevski, dönemin çarpıklığını, sınıf farklılığının keskinliğini, bir adamın aşkı ve kumar tutkusunu gerçekçi ve etkileyici bir dille Kumarbaz’da ortaya koymuştur. Roulettenburg’da geçen bu hikâyenin yaklaşık üç haftada yazıldığı söylense de buna inanmak çok güç.
SAHABATTİN ALİ 3 TAKIM KİTAP
KÜRK MANTOLU MADONNA
Yirmili yaşlarındayken, meslek inceliklerini öğrenmek üzere Almanya’ya gönderilen Raif Efendi’nin hikâyesi, gittiği bir resim sergisinde gördüğü bir tabloyla başlar. Gördüğü tablodan gözlerini alamayan Raif Efendi, bu tabloyu izlemeyi günlük rutin haline getirir. O anlarda ilgisini tek çeken Maria Puder, yani Kürk Mantolu Madonna olur. Hiç beklemediği anda karşısına çıkan bu kadın, tüm hayatını etkileyecektir.
Almanya’da başlayan hikâye, ansızın bir telgrafla Türkiye’ye dek uzanacak ve Raif Efendi’nin hayatında unutamayacağı bir aşk olarak yerini alacaktır. Aşkın gücünün ve sınırsızlığının yanında ölümsüzlüğünü de en derinlere dek hissettirecektir.
Sabahattin Ali’nin ölümsüz eseri Kürk Mantolu Madonna, 1940 yılında tefrikalar halinde yayımlanmaya başlanmıştır. İlk basılışı ise 1943 yılına tekabül eder. 2016 yılında, modern klasiklerden biri kabul edilen eser, başta İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça ve Arapça olmak üzere pek çok dile çevrilmiş, uluslararası bir nitelik kazanmıştır.
KUYUCAKLI YUSUF
Küçük yaşlardayken Kuyucak Köyü’nü basan eşkıyaların anne ve babasını öldürmesiyle başlar Yusuf’un hikâyesi. Olayı incelemek için köye gelen Kaymakam Salâhattin Bey, Yusuf’u da yanında götürür. Tüm cinayete tanık olan ve hatta yaralanıp parmağını kaybeden Yusuf, gün geçtikçe daha duygusuz, daha sert ve daha umursamaz tavırlar sergilemeye başlar.
Tek zaafı ise, kaymakamın kızı Muazzez’dir. Aynı evde yaşayan, herkesin kardeş gözüyle baktığı bu ikilinin ilişkisinin aşk adını alması epey zaman alacaktır. Özellikle gururlu, katı ve kavgacı kişiliğiyle Yusuf’un bunu kabul etmesi ve itiraf etmesi o kadar da kolay olmayacaktır.
Kuyucaklı Yusuf, dokunaklı bir aşk hikâyesi olmasının yanında o dönemin toplumsal yaşantısına da ışık tutar. Güçlüyle güçsüzün, zenginle fakirin, makam sahibi insanların diğerleriyle ilişkilerini inceler ve adalet olgusunu sorgulatır. Düzenin çarpıklıklarını gözler önüne sererken, büyük bir trajediye de imzasını atar.
Kuyucaklı Yusuf, 1932 yılında tefrikalar halinde yayımlanmaya başlamış ancak tamamlanamamıştır. Eserin tamamı, ilk kez 1937 yılında basılmış ve başta Fransızca ve Almanca olmak üzere farklı dillere de çevrilmiştir.
İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN
Kapitalist düzen içine sıkışan, tüm zaafları ve zayıflıklarını saklayıp var olma çabası içinde olan Ömer’in hikâyesi, apansız kendini evsiz, kimsesiz ve çaresiz bir halde bulan Macide ile başlar.
Dönemin sözde aydınları arasında bulunsa da her daim kendini ve toplumu sorgulayan, ekonomik ferahlık elde etmek isterken göstermesi gereken çabayı erteleyen, genel kurallara uymaya çalışırken aslında bir yandan da bunlardan kaçmaya çalışan Ömer, bu karmaşık düzenin tam ortasında bırakır Macide’yi. Çaresiz kalan genç kadın, âşık olduğu adamın dünyasında kendine yer edinmeye çalışır.
Hayatın sıradanlığından şikâyet ederken kendini akışa kaptıran ve bundan kurtulmak için çabalamayan Ömer, tüm suçu içindeki şeytana yükler. Bir kere kendini o şeytana teslim ettiğinde ise hayatı dönülmez yollara girerken, onarılmaz yaralar açar. Ömer’i yolundan döndüremeyeceğini anlayan Macide içinse yapacak pek bir şey yoktur.
İlk kez 1939 yılında bir gazetede yayımlanan İçimizdeki Şeytan, 1940 yılında kitap halini almıştır. Başta Almanca, Bulgarca ve Rumence olmak üzere çeşitli dillere de çevrilmiştir.
KARAHİNDİBA
Mavi şapkalı çocuk sabrın ve beklemenin nasıl kutsal bir değer olduğunu, hayranlıkla izlediği karahindiba sayesinde öğreniyor. Bu minik serüveninde en büyük destekçisi ise annesi.
KÜÇÜK AYI BOBO - BABAM VE BEN
Küçük Ayı Bobo, babasıyla birlikte oyunlar oynuyor, alışverişe gidiyor. Bazen babası Bobo’yu Süperman gibi uçuruyor bile. Bobo zaman zaman mızmızlık yapsa bile onlar birlikte çok eğleniyor. Hatta Bobo, babasıyla birlikte kek pişiriyor ve limonata yapıyor. Nasıl mı? Bu bir sır ve kitabın içinde saklı. Şişt, sakın kimseye söyleme!
YEŞİL MİSKETÇİK
Ali’nin en sevdigi meyve ne acaba?
Dısı yesil, içi kırmızı...
Bakalım nasıl oluyormus bu meyvecik?
HİÇ KİMSE
“… bunun ne demek olduğunu ve bana neler hissettirdiğini bilebilirsiniz belki ama asla anlayamazsınız.
Bilmek ve anlamak arasında büyük bir uçurum var çünkü.
Başınızı kaldırdığınızda, gökyüzünde kanat çırpan kuşları görebilirsiniz. Onların nasıl uçtuğunu, kanatlarının altına doldurdukları havanın gücünü bilebilir ya da öğrenmek için elinize ne geçerse okuyabilirsiniz. Ama ne kadar uğraşırsanız uğraşın, geldiğiniz son noktada yalnızca “bilmiş” olursunuz.
Bu, bir kuşun uçarken hissettiklerini anlamanın
maalesef çok uzağındadır.”
Dünyanın dışına bantlanmış gibi hissettiniz mi hiç?
Yahut bir kıyafeti omuzlarınızdan düşürür gibi düşürmek
istediniz mi etinizi kemiğinizden?
Sahi siz gerçekten var mısınız?
Bana sormayın.
Kafamın içiyle, düşüncelerimin arsızlığıyla tanıştıramam sizi.
"Deli" dersiniz. Merakla, korkuyla beni soymanıza izin veremem. Biliyorum ki soyduktan ve tüm gize ulaştıktan sonra
layığınca giydiremeyeceksiniz. Çırılçıplak kalacağım.
Sonra siz çıplaklığımdan korkacaksınız.
Hâlbuki ben, ağaçların ayakları üzerinde değil,
başının üzerinde durduğunu fark ettim bir zaman önce.
Fark edip baş aşağı bekledim de tek bir filiz çıkmadı göğsümden.
O yüzden siz bana bir şey sormayın.
Çünkü ben kendi dilimde ne söylersem söyleyeyim,
siz hep bana kendi dilinizle "deli" diyeceksiniz.
NEYT - ASİ ÇAKILTAŞI 3
Şafak tüm ışıklarını yaktı.
Güneş, akşamüstü intihar etti.
İçimde büyüttüğüm kız çocuğunun elini tutup
benden uzaklaşmaya başladığında,
uzun boyu kadar derin bir kuyunun önünde durmuş,
kuyunun dibinde ölmüş güneşin sönmüş cesedini izliyordum.
Beklediği kişi gelmediğinden ölemeyen o insandım;
ölüm döşeği yaşadıklarımdı.
Suya düşen yansımama bakıyordum.
Boğuluyordum, ölmek nedir bilmiyordum.
Yanıyordum, sönmek nedir bilmiyordum.
Diniyordum, bitmek nedir bilmiyordum.
Ne kadar kesilmem gerekiyorsa tam sırasıydı, kesileyim diyordum
ve bir makas usulca kesmeye başlıyordu zamanı.
Zamanın damarındaydım.
Zaman ile birlikte kesiliyordum.
Zaman ile birlikte kanıyordum.
Elini tuttuğu küçüklüğümle dönüp o siyah gözleriyle bana baktı.
Ve acıların bile kurutamadığı damarlarımı,
o kasım gecesi ekmek bezine sarılan bebeğin
siyah gözlerinde gördüklerim kurutmaya başladı.
Görüyordum.
Neyt benim kalbimi taşıyan damardı,
Nabzımdan canıma fısıldıyordu.
“Damar yolumsun.”
KÜÇÜK PRENS (RENK ALFABESİ İLE)
Her harf bir renge büründü. Renkler kitabı sarıp sarmaladı.
Fakat bu kitabın içerisinde hiç resim yoktu.
Kitap; renk dilini öğrenmek isteyen, Küçük Prens’i seven,
origamiden Küçük Prens nasıl yapılır diye merak eden ve
koleksiyonerlik yapan herkes için tam metni ile yazıldı.
“Küçük Prens’in hikâyesini yıllarca harflerle, kelimelerle okuduk.
Artık o renkli dünyaya renklerin penceresinden bakacağız.
Duyar duymaz büyük heyecan duyduğum proje artık ellerimizde.
O zaman sayfaları çevirip renklerin büyülü dünyasına dalarak
küçük dostumuzun büyük yolculuğuna bir de buradan eşlik edelim...”
-Ali LİDAR
“Dünyada en çok dile çevrilen edebi eser Küçük Prens’i şimdi
dilimizde renklerin dünyasında okuma zamanı.
İlk defa bu kitapla birlikte harfler renklere bürünüyor.
Her sayfada renklere karışarak okuyoruz bu modern masalı.
Belki bu hali farklı şeyler anlatır bize.”
-Yıldıray LİSE
KÜRK MANTOLU MADONNA
Yirmili yaşlarındayken, meslek inceliklerini öğrenmek üzere Almanya’ya gönderilen Raif Efendi’nin hikâyesi, gittiği bir resim sergisinde gördüğü bir tabloyla başlar. Gördüğü tablodan gözlerini alamayan Raif Efendi, bu tabloyu izlemeyi günlük rutin haline getirir. O anlarda ilgisini tek çeken Maria Puder, yani Kürk Mantolu Madonna olur. Hiç beklemediği anda karşısına çıkan bu kadın,
tüm hayatını etkileyecektir.
Almanya’da başlayan hikâye, ansızın bir telgrafla Türkiye’ye dek uzanacak ve Raif Efendi’nin hayatında unutamayacağı bir aşk olarak yerini alacaktır. Aşkın gücünün ve sınırsızlığının yanında ölümsüzlüğünü de en derinlere dek hissettirecektir.
Sabahattin Ali’nin ölümsüz eseri Kürk Mantolu Madonna, 1940 yılında tefrikalar halinde yayımlanmaya başlanmıştır. İlk basılışı ise 1943 yılına tekabül eder. 2016 yılında, modern klasiklerden biri kabul edilen eser, başta İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça ve Arapça olmak üzere pek çok dile çevrilmiş,
uluslararası bir nitelik kazanmıştır.
KUYUCAKLI YUSUF
Küçük yaşlardayken Kuyucak Köyü’nü basan eşkıyaların anne ve babasını öldürmesiyle başlar Yusuf’un hikâyesi. Olayı incelemek için köye gelen Kaymakam Salâhattin Bey, Yusuf’u da yanında götürür. Tüm cinayete tanık olan ve hatta yaralanıp parmağını kaybeden Yusuf, gün geçtikçe daha duygusuz, daha sert ve daha umursamaz tavırlar sergilemeye başlar.
Tek zaafı ise, kaymakamın kızı Muazzez’dir. Aynı evde yaşayan, herkesin kardeş gözüyle baktığı bu ikilinin ilişkisinin aşk adını alması epey zaman alacaktır. Özellikle gururlu, katı ve kavgacı kişiliğiyle Yusuf’un bunu kabul etmesi ve itiraf etmesi o kadar da kolay olmayacaktır.
Kuyucaklı Yusuf, dokunaklı bir aşk hikâyesi olmasının yanında o dönemin toplumsal yaşantısına da ışık tutar. Güçlüyle güçsüzün, zenginle fakirin, makam sahibi insanların diğerleriyle ilişkilerini inceler ve adalet olgusunu sorgulatır. Düzenin çarpıklıklarını gözler önüne sererken, büyük bir trajediye de imzasını atar.
Kuyucaklı Yusuf, 1932 yılında tefrikalar halinde yayımlanmaya başlamış ancak tamamlanamamıştır. Eserin tamamı, ilk kez 1937 yılında basılmış ve başta Fransızca ve Almanca olmak üzere farklı dillere de çevrilmiştir.
İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN
Kapitalist düzen içine sıkışan, tüm zaafları ve zayıflıklarını saklayıp var olma çabası içinde olan Ömer’in hikâyesi, apansız kendini evsiz, kimsesiz ve çaresiz bir halde bulan Macide ile başlar.
Dönemin sözde aydınları arasında bulunsa da her daim kendini ve toplumu sorgulayan, ekonomik ferahlık elde etmek isterken göstermesi gereken çabayı erteleyen, genel kurallara uymaya çalışırken aslında bir yandan da bunlardan kaçmaya çalışan Ömer, bu karmaşık düzenin tam ortasında bırakır Macide’yi. Çaresiz kalan genç kadın, âşık olduğu adamın dünyasında kendine yer edinmeye çalışır.
Hayatın sıradanlığından şikâyet ederken kendini akışa kaptıran ve bundan kurtulmak için çabalamayan Ömer, tüm suçu içindeki şeytana yükler. Bir kere kendini o şeytana teslim ettiğinde ise hayatı dönülmez yollara girerken, onarılmaz yaralar açar. Ömer’i yolundan döndüremeyeceğini anlayan Macide içinse yapacak pek bir şey yoktur.
İlk kez 1939 yılında bir gazetede yayımlanan İçimizdeki Şeytan, 1940 yılında kitap halini almıştır. Başta Almanca, Bulgarca ve Rumence olmak üzere çeşitli dillere de çevrilmiştir.
PİRAYE'DE NAZIM OLMAK
“Hep anlattınız, hep yazdınız, iftira ettiniz,
kendinizce yargıladınız ama bana hiç sormadınız.
Nazım’dan, eşinden, dostundan beni dinlediniz.
Bende Nazım olmak ne demek hiç anlamadınız.
Şimdi sıra bende.
Sessiz çığlıklarımın yankıları yüreklerinizi titretecek...
Susmak yok artık. Haykırıyorum.
Seni hudutsuzca seviyorum Nazım...”
Nazım’ın Pirayesi
FRİDA KAHLO
Ben kırık dökük bedenimin içinde kusursuz ruhumla hep özgürdüm. Hiç esir olmadım dünyaya ta ki Diego cehenneminde yaşarken, cennet kokusu huzuru yaşıyor taklidi yapasıya kadar. Diego, herkesin göremediği cennetini cehenneminde gizlemeyi başarırdı. O gizemli cennetin varlığının kutsallığı beni ona esir etmeyi başarmıştı. Pervanelerin etrafında dönerken ölüme uçtuğu o ışık da benim, kutsal ışığın etrafında dönen pervane de. Aşkça konuşmayı bilmeyenlere sağır, insanca yaşamayı başaramayanlara körüm. Kendi ritmimde kıvrak danslarla hayatıma neşe ve özgürlük katmak benim işim. Ne kurbanım, ne de katilim. İnsanım ve olması gerektiği kadar çingeneyim.
“Yine büyük bir aşkın peşinde, yine vazgeçilmezin düşünde, kutluyorum."
Osman Sınav
UYANIŞ
Her şeyin son sürat tüketildiği bu aceleci sisteme ayak uydurmanın tek yolu aklını yitirmekti. Gel gör bunu başaramıyordu. Çünkü “delirdim” diyen ilgi budalalarına inat zihni hâlâ son sürat çalışıyor ve tüm düşünceleri birbirine çarpmadan yol alıyordu. Bu yüzden hiçbirinin hızına yetişemiyor, beyni sonsuzlukta tur atıyordu. Peki ne ara bu hale gelmişti, hatırlamıyordu. Dünyaya böyle gönderilmiş olabilirdi. Uyanması için de sadece herhangi bir kişinin veya olayın gelip en baştaki domino taşına dokunması yeterli olmuştu. Haliyle ölene dek o taşlar birbirini devirecek, içinde gerçekleşen yıkımdan ise hiç kimsenin haberi olmayacaktı. Bu durumu gizlemek için de ömrünün kalanında mutlu ve huzurlu olduğunu söyleyen herkesi taklit edecekti. Sırf bu yüzden belki bir gün evlenecek, hatta anne olacaktı. Çocuklarına okul üniformalarını giydirip sabahları okula götürürken bile bu düşüncelerden kurtulamayacak, zihninin nerelerde tur attığını hiç kimse bilemeyecekti. Ne hayatını paylaşacağı o olası erkek ne de ondan olan çocukları. Her gece oturduğu dairenin kapı ziline basan apartman görevlisi de bilmeyecekti, çöpün yanına bir bardak sıcak çay ve sandviç koyan kadının tüm çabasının normalleşmeye çalışmak olduğunu. Nereden bilebilirdi ki? Çünkü ölümsüzlük bulunsa bile bir insanın kalbini ve zihnini başka birine monte etmedikçe hiç kimse aynı şeylere aynı derecede üzülüp yine aynı derecede asla sevinemeyecekti. Sevinip üzüldüğünü iddia edenler ise yalan söyleyecekti. Zira yirmi birinci yüzyıl damdan düşenin halinden damdan düşenin bile anlamadığı bir çağ oluyordu. Yere yapışanlardan zayıf olanın canı daha fazla yanarken diğerinin etli kıçı, zeminle bedeni arasında hava yastığı görevi görüyordu. İnsanlık öyle bir devrin içine sıkıştırılmıştı ki, herkes kaybetmeyi göze alabildiği şeyler miktarınca sevip, sevilip, gülüp üzülüyordu.
Bu çağa ve insanına ise modern deniyordu.
DENİZ'İN GEMİLERİ
Çocuklar meraklıdır. Her şey ilgilerini çeker. Bazı konular daha çok ilgilerini çeker. Bu ilgilerinin içinde yaratıcılık saklıdır. Bu hikaye, bir çocuğun gemilere olan tutkusunu anlatıyor.
VERA'NIN ŞİFALI ÇİÇEKLERİ
Papatyalarla kaplı beyaz renkli ülkeye gökkuşağını getirmek için fitoterapik bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz?
Vera’nın Şifalı Çiçekleri; arkadaşlığın, ekip çalışmasının ve de gözlem yapmanın başarıya ulaşmak için önemli olduğunu vurgulayan çiçek kokulu bir masal.
SAKAR ŞAKİR'İN MACERA GÜNLÜĞÜ 2 - KELEBEKLER VADİSİ'NDE 3 GECE
On sekiz yaş bariyerini aşana kadar yaz tatili cumhuriyetini mahvedebilecek tek şey; survivor children yaşamanıza neden olan kişilerdir.
Ağızlarındaki hava çubuklarından otuz tanesini uç uca eklesem denizin en dibindeyken rahatça nefes almayı başarabilir miyim? Eğer düşündüğüm kadar işe yarar bir prototip olursa patentini alırım. Sonra da bütün dünyaya satıp zengin olurum ve okula gitmekten kurtulurum. Nasıl fikir? Bence süper!
SAKAR ŞAKİR'İN MACERA GÜNLÜĞÜ 1 - ARMUT PİŞ AĞZIMA DÜŞ
Gaza gelmek doğru zamanlarda
yapılırsa eğlenceli bir aktivitedir.
Yetişkinler bu konuda çok acemi!
Macera oteli tatilinin hayatımızda bir şeyler değiştireceğini söylediklerinde neyi kastettiklerini tam olarak anlayamamıştım. Yunuslar ve köpek balıklarından bahsettiklerini sanıyordum. Meğer konu babammış!
Birileri için çocukluk korkularını yenme zamanı!
KUMA 3
Kaçıp gitmenin imkânsız olduğu bir hayata
tutunmaya çalışan iki KADIN!
İki kadını ayakta tutmaya çalışan yıkılmış bir ADAM!
Adam ilk kadına elini uzattı.
İkinci kadını arkasında bıraktı.
Ezo teslimiyet içinde fısıldadı:
Benim kaderimde sadece ikimiz vardık.
Arkadan bir ses…
Adam kuma karısına döndü. İlk kadını arkasında bıraktı.
Beritan acıyla gülümsedi.
Benim kaderim başkasına aitti.
Adamın elinde bir makas,
kadınların boyunlarında birer ip.
Şerwan Eroğlu kimin ipini kesecekti?
Hangi kadının elinden tutup yoluna devam edecekti?
SÜREYA GİBİ
Siz bu yazıyı okurken benden çok uzaklarda olacaksınız.
En az Süreya kadar…
Yollarımız elbette kesişecek.
Bakarsınız bu bir kitap olur, bir şarkı olur.
Belki de elinizde tutuyorsunuzdur bu sebepleri, hem de şu an.
Bu kıvılcımlar çıkmıyor boş yere,
Boş yere yanmıyoruz,
Sevinin!
Hayatınızın yüzde kaçını kaplıyor bu mutluluk denen kavram?
Hayatınızın yüzde kaçı mutluluk?
Umutlanın.
En az Süreya kadar...
Bu yad eller dünyasında elbet buluşacağız.
El ele tutuşacağız bir meydanda,
Haykıracağız gökyüzüne bakarak
Seni en çok biz hak ettik!
Biliyorum, bizden çok var.
Ben bu kitabı yazarken sizden çok uzaklardayım.
Ama kesişecek elbet yollarımız.
En az Süreya kadar,
En azından Süreya gibi…
BUKOWSKI'NİN KADINLARI
Uzun süren ilişkilerin adamıydı o ama ilişkilerini sürdürmeyi başaramayan kadınların üzüntüsüne sebep olmak istemedi.
İnsanları memnun etmek için gerekli donanıma ekonomik anlamda sahip değildi ama birçok zenginin sahip olamayacağı kadar
kaliteli ve büyük bir aşk adamıydı.
Romantik değildi. Sadece önemser ve bunu hissettirirdi. Buna romantiklik demezdi. Kadınların arzularına karşılık verecek kadar savunmasız, sıradan bir erkekti. Her erkekte var olan dürtüleri vardı. Kadın tanımları başkalarınınkine benzemezdi. Ruhu olmayanların insan bedeni bir işe yaramaz, düşüncesi vardı.
Kadın düşkünü müydü? Evet. Kadınları seviyordu. Seksi seviyordu. Hangi erkek sevmez ki?
Alkolik miydi? Evet. Uzun yıllar ciddi bir şekilde alkolikti.
Huysuz muydu? Evet. Huysuz bir adamdı ve bir o kadar da huzur peşinde olduğu için kalabalıkta yalnız kalmayı seçti.
Sahtelikten uzak durmanın bir yoluydu bu belki de.
Mutlu muydu? Evet. Birçok insanın mutluluk tanımına uymayan bir anlayışı vardı. Sıkıntılı başlayan zor hayatı mutlu sonlandı.
Bukowski’nin, “Ben bence yazıyordum, insanlar kendince anlıyordu,” cümlesine bakınca şunu söylemeden geçemeyeceğim.
Ben Bukowski’den olma cümlelerimi Naz’ca yazdım.
Siz de Bukowski ben olsaydım, diye okuyun…
BAŞARI YOLU
…Kendine o temiz sayfayı açtıysan eğer,
Bu yolu yürümeye karar verip gözünü kararttıysan eğer,
Başarı Okulu’ndan mezun olacağım, diplomam da hayallerim olacak diyorsan eğer,
Hoş geldin.
Sana olacakları söyleyeyim.
Nefret edenler olacak.
Şüphe edenler olacak.
Bir de “sen” olacaksın, hepsini yanıltacak.
Düşeceksin, kalkacaksın, canın yanacak.
Hepsinin sonunda, ulaşacaksın bir manzaraya.
Seninle yürüyenler birer birer yanından ayrılacak.
Zirveye ulaştığında soracaksın kendine,
Değdi mi hepsine?
Döneceksin arkana, göreceksin geldiğin yolu.
Hatırlayacaksın neden başladığını.
Göreceksin neden başladığını.
Gözlerin gururla dolu.
“Değdi” diyeceksin sonra.
“Yine olsa, yine yürürdüm bu yolu.”
YARASIN
Unutur mu bir erkek dizlerinin bağını çözüp,
ellerini nereye koyacağını şaşırtan ilk atışını kalbinin?
Öpmeye kıyamadığı saçların kokusunu?
Rengini bakarken ağzından bin bir çeşit kelebek fışkırtan gözleri?
Unutur mu bir erkek aynı saçların,
gözleri gençliğinin darağacı oluşunu?
Omuzlarını düşürüp, kafasını yere eğdiği günü?
Ezbere bildiği tek kapının çarpışını yüzüne,
yürüyebildiği ilk yolun yarılışını altından ayaklarının?
İçinde kaldığı enkazın üzerine taş üstüne taş eklediğini
istese çıkarıp canını vereceği insanın?
Unutur mu derin bir kesik, iltihaplı bir yara, çaresiz bir baba, evladını yitirmiş bir ana, yanmış bir ev, kurumuş bir toprak gibi hissedişini?
Peki;
Unutur mu bir erkek, uğruna
duvarları yumruklayarak ağladığı kadını?
Ayşe.
Hem ilk sevdam hem ilk yenilgim.
Hem yüzmeyi öğretenim hem bir kaşık suda boğanım.
Hem içimdeki ölü kelebekleri yeniden doğuranım
hem içimdeki ormanları yakanım.
Ayşe.
Hem ilk sarhoşluğum hem ilk ayılışım.
Hem devrimi ömrümün hem darbesi.
Şurada, tam ortasında sol göğsümün gözleri kıyameti andıran bir yara.
Feryat figan uyanışım uykulardan, avuçlarımı kanatırcasına sıktığım yumruğumu duvarlara savuruşum.
Ayşe.
Her gece 'burada olmayanlar için' diyerek
masaya vurduğum kadehimin kederli hikâyesi...
YUSUF YÜZLÜ DEMİR YÜREKLİ
“Bak orada bir başına, yaralı bir güvercin var. Bacağı kırılmış, kırıldığı yerden kırmızı bir kurdeleyle bağlanmış. Özgür bırakılmış ancak uçmaya cesareti yok. Ya ölmeyi göze alıp kanat çırpacak ya da sonsuza dek uçmanın hasreti ile yanacak.”
Ben Erva… Ya da Demir Yürekli bir adamın hitabıyla Güvercin… En büyük şanssızlığımdı adım.
Ya da en büyük şansım…
Bir adam çaldı kapımı, kendi kadar karanlık bir gecede. Ve o adam çıkardı beni kırık dökük kümesimden.
TÜNEL - İS SERİSİ 1
İs Tanyel başarılı bir konservatuvar öğrencisidir. Sahnedeki başarısının devamlılığını sağlayabilmek uğruna adının önüne yerleştirilen birçok kötü sıfatı umursamaz.
Henüz daha lise yıllarındayken, adının karıştığı kötü dedikodular geçmişine ait bir canavar gibi onu bugününe kadar takip etse de dimdik durarak, aşk olarak gördüğü tiyatro için her türlü dedikodu ve iftiraya kulak tıkar.
İs'i diğerlerinden ayıran yaşadıkları, onun kendini kötü bir insan olarak kabul edip, kötü bir insan olarak yaşadığına ikna ettirir. Aslında İs, annesi tarafından ilgiden yoksun büyümüş, babası tarafından çok küçük yaşlarda bir çocuk parkında terk edilmiş, yine küçük yaşlarda erkeklere olan güvenini kaybetmiş ruhu kanayan küçük bir kız çocuğudur.
Peki aslında çok küçük yaşlarda erkeklere olan güvenini kaybetmesinin asıl sebebi nedir?
Bir gün bir yabancının hayatına yaptığı ani girişle, zaten ağır kan kaybetmiş hayatında hiç beklenmedik değişiklikler oluşmaya başlar. Peki bu yabancı kimdir? Ve her şeyden önemlisi İs neden bu yabancıyı hiç sorgulamadan hayatına kabul etmiştir?
Şeytan kanadımın arasındaydı.
Şeytan kanadımın altındaydı.
Ben ağlıyordum.
Şeytan da benimle birlikte ağlıyordu.
İçimdeki bu yangına rağmen nasıl oluyordu da kemiklerim hâlâ küle dönmüyordu?
Yer yerinden oynuyordu, tüneller dağların kalbine çöküyordu, Otobüsün içinde evlerine gidenler de vardı, bir bilinmezliğe doğru yol alanlar da…
Hepsi aynı tünelin içinde ölüyordu.
EVCİLİK OYUNU
Oyunlar yalnızca çocuklar için mi sandınız?
Yanılıyorsunuz.
Bazı oyunlar sadece yetişkinler arasında oynanır.
Tıpkı bu evcilik oyununda olduğu gibi…
Sarper, oyunun kurallarını koymuştu.
Oldukça katı kurallar…
Kızına annelik yapılmasını istiyordu hem de Eliz tarafından. Eliz, ne kadar direnirse dirensin ona ve isteklerine engel olamamıştı. Adamın adı gibi sarp, engel tanımaz ve ışıl ışıl mavi gözlerinden değildi. Kesinlikle değildi! Ama o mavi gözlerin birebir kopyası olan küçük bir kızın bakışları, gülüşü, sarılışı ve o gözlerindeki muhtaçlık onu bu oyuna mahkûm kılmaya yetmişti.
Giriştikleri bu oyunda kazanan ya da kaybeden kimdi?
Hiç şüphesiz ki Eliz, sonunu düşünmeden dahil olduğu bu oyunda her bir hamlede adama yaklaşırken kazanamayacağından emindi.
DANS ET BENİMLE!
Yüksek topuklarını kurallarıyla inşa eden, buzdan bir şatonun içinde yaşayan, ketum ve de cesur bir kadın;
Alin Aygen.
Attığı her bir adımdaki ahengi, güzelliği ve cesareti bakanı tekrar bakma isteği ile yakarken duruşundaki öz güven ve soğuklukla kendisine yaklaşılmasını imkânsız kılıyordu. Tasarladığı, bir kadının yürüyemese dahi sahip olmak için yanıp tutuşacağı topuklu ayakkabılarla moda dünyasının seyrini değiştiriyordu.
Böyle bir konumda hata yapmak gibi bir lüksü yoktu!
Ama yapmıştı.
Hayatı boyunca yaptığı hiçbir hatayla yüzleşmekten kaçmamış, ardında bırakmayı bilmişti ta ki… Şimdiye değin! Ve yaptığı bu hatayı hatırlatırcasına döndüğü her kavşakta karşısına çıkan adam devam etmesini zorlaştırıyordu.
Hız ibresini rotasından çıkarıp tutkuya dönüştüren, en umulmadık yerde karşısına çıkıp onu darmaduman eden, kilitlediği sandıklarının kilitlerini zorlamaktan çekinmeyen bu adam onun için bir gizdi.
Siyah Arabalı Prens’i.
Adam hiçbir uyarıya aldırış etmiyor, laf dinlemez haylaz bir çocuk gibi her denilenin aksini yapıp buzdan kalesinin duvarlarını zorluyordu. Bal rengi gözlerindeki sıcacık parıltılar burçlarını hedef alıyor, afacan gülüşü surlarını eritiyordu. Duvarların ardında kalmış küçük bir kız çocuğunu heveslendirip yoldan çıkartıyordu. Ama buna pişman olacaktı.
Ne de olsa kadınların en güçlü silahları beyinleriydi
bir diğeriyse topukları...
BERDEL
Bir kadın, herkes için kendini feda edebilir miydi?
Bir adam, kendini feda eden kadının canını
acımasızca yakabilir miydi?
Sevenler, sevdaları uğruna ailelerini ezip onlara
sırtlarını dönebilir miydi?
***
Kadın, kendini feda etti.
Adam, kadının canını yakmaya ant içti.
Sevenler, sevdası uğruna herkesi hiçe saydı.
Sonrası mı?
Muazzam bir felaket!
Berdel fırtınası iki aile arasında koptu,
düşmanlığın kuyusunu daha derin kazdı.
Urfa toprakları bir kere daha ölesiye nefrete şahit oldu. Bir kere daha acıyla sınandı. Bir kere daha iç savaşı gördü. Bir kere daha hüznü ağırladı. Bir kere daha sevgiyle bağrına bastı kendine sığınanları…
AŞIKLAR BENCİL OLUR
Hatırlayacaksın...
Mutlaka gecenin bir yarısı aklına gelecek,
seni şartsız koşulsuz dinleyen, seven bu adam!
Derdini derdi bilip, sen boş ver, desen de, anlat hadi ne olur bak,
rahatlarsın belki, diye seni düşünen.
Pişman olacaksın ulan, gecenin bir yarısı uykundan uyandığında
adımı sayıklayacaksın, o adamın koynunda!
Duymamıştır inşallah, diye dualar edeceksin.
Seçtiğin ve benim olmadığım o yeni hayatında,
her yerde benden izler olacak.
Hiçbir sabah kahvaltıyı, o bana ilk geldiğin sabah hazırladığın gibi mutlu,
koşa koşa hazırlamayacaksın!
Uykularında benimleyken görebildiğin rüyalar,
bir kâbusa dönecek, eminim.
Neden bitti acaba ki, neden gittim onun hayatından,
neden şu an o yok yanımda diye sorduğun soruların
cevabını bile kendine veremeyeceksin!
Öyle saçma sebeplerle öldürdüğün bizi ve öyle basit sebeplerle
seçtiğin yeni birini ve onunla olan günleri düşünecek,
kahrolacaksın nefes aldığın her gece!
Senden ayrı açık kalmasın diye gözleri, seninle uyuyan,
seninle uyanan bu adamdan sonra, seni yalnız uyutan, seni ayakta uyutan,
seni ağlayarak uyutan o adam, cezan olacak işte ömrünce!
Ben seni affettim kadın!
Sen kendini affet yeter...
Sana hâlâ, onca yaşattığına rağmen edebileceğim tek duam:
Ben ağlayarak uyuduğum geceleri unutmadım
ama sen her sabah gülümseyerek uyan!